Sosyolojik Yapı ve Freud’un Kişisel Hayatının Yazıya Etkisi
1914 yılına baktığımızda, kapitalizmin Avrupa’da hızla geliştiğini ve sanayi devriminin etkisiyle hammadde ihtiyacının arttığını, bunun da nihayetinde bir dünya savaşına yol açtığını görebiliriz. Modernleşme, sanayileşme, teknolojik ilerlemeler ve savaş insanları bireyselleşmeye itmiştir. Bu bireyselleşme süreci, Avrupa insanlarının kendi iç dünyalarına yönelmelerine ve narsizm ile yüzleşme imkânı bulmalarına olanak tanımıştır. Bu sosyo-kültürel bağlam, birey odaklı yeni düşünce akımlarını teşvik etmiş ve Freud’un narsizm konusuna ilgisini artırmış olabilir.
Psikoloji Bilimi İçin Önemi
Narsizm Üzerine adlı metin, Freud’un psikolojiye yaptığı en önemli katkılardan biridir. Bu çalışmasında narsizmin sadece patolojik bir durum olmadığını, aynı zamanda sağlıklı bireysel gelişimin bir parçası olduğunu vurgular. Bu bakış açısı, narsizmin anormal bir durum olarak değerlendirildiği geleneksel anlayışın ötesine geçer ve narsistik özelliklerin tüm bireylerde mevcut olabileceğini belirtir.
Freud, narsizmi ego gelişimi, libidinal yatırım ve kendilik değerinin korunması açısından temel bir yapı taşı olarak tanımlar. Bu kavramsal genişleme, narsistik kişilik bozukluğu ve borderline gibi rahatsızlıkların anlaşılmasında önemli bir temel oluşturur.
JUNG İLE LİBİDO KONUSUNDA FARKLILAŞMA
Freud’un erken dönem teorisinde libido, yalnızca cinsel enerji olarak tanımlanırken, Jung libidoyu daha geniş bir yaşam enerjisi olarak görmeyi önerir. Jung, özellikle şizofreni gibi vakalarda, libido teorisinin cinsellik üzerinden açıklayıcı olmadığını, bu yüzden libidonun yalnızca cinsellikle sınırlı olmaktan çıkarılarak genişletilmesi gerektiğini savunur. Bu fikir Freud için bir sorun teşkil eder, çünkü Freud, libidonun cinsel içerikten vazgeçilmeden açıklayıcı bir gücü olduğuna inanmaktadır.
Freud, Jung’un bu önerisini “olgunlaşmamış” olarak tanımlar. Çünkü Freud’a göre libidoyu geniş bir yaşam enerjisi olarak tanımlamak, onun spesifik etkisini yitirmesine neden olur. Freud burada Ferenczi’den de destek alarak, Jung’un libidoyu “genel ruhsal ilgi” ile özdeşleştirmesini eleştirir. Freud’a göre, libidoyu cinsel bir enerji olarak görmenin, özellikle psikiyatrik vakaları anlamada daha doğru ve açıklayıcı bir yöntem olduğunu savunur.
Freud’un Narsizm Anlayışının Gelişimi
Freud, narsizmi libidinal enerjinin sadece dış nesnelere değil, bireyin kendi benliğine de yönelmesi olarak tanımlar. Bu görüş, libido kavramını bireyin kendilik duygusuna içkin bir unsur olarak ele alışının bir sonucudur. Bireyin kendine duyduğu “kendilik sevgisi” ya da “kendine yatırım” eğilimi, Freud’un gözlemlediği üzere insan gelişiminin bir parçasıdır.
OTOEROTİZM
Örneğin, bir bebekte gözlemlenen ilk şey, kendini dış dünyadan soyutlamış bir bütün olarak algılamasıdır. Bebek, ihtiyaçlarını kendi varoluşunun bir parçası olarak görür ve annenin varlığını bile kendine hizmet eden bir “parça” gibi algılar. Bu durum, Freud’un “ilksel narsizm” olarak adlandırdığı süreci ifade eder.
Freud’a göre, çocuğun tüm libidinal enerjisi başlangıçta kendine yönelmiştir. Çocuğun anneye duyduğu sevgi bile aslında bir libidinal yatırım değil, benliğin genişletilmesidir. Bu, ilksel narsizmin çocuğun kendilik gelişiminde nasıl temel oluşturduğunu gösterir.
Freud ve Megolomani
Şizofrenide dış nesnelerden geri çekilmiş olan libidoya ne olur? Diyerek açıklamaya başlar Freud bu sorusunu. Burası özellikle önemli çünkü Schreber vakasını açıklamada önemli bir yapı taşıdır.
Şizofrenide, dış dünyaya yöneltilmiş olan libido, yani dış nesnelere duyulan ilgi ve enerji geri çekilir ve ego üzerine yoğunlaşır. Bu durumda, dış dünyadaki insanlar veya olaylar kişinin ilgisini çekmez hale gelir; bu enerji kişinin kendi içine, yani egosuna yöneltilir. Böylece kişi, kendi önemini ve gücünü abartmaya başlar, bu da megalomani olarak karşımıza çıkar.
Şizofreni hastası bir bireyi düşünelim. Bu kişi, başkalarıyla iletişim kurmak yerine kendi iç dünyasına çekilmiş ve kendini son derece önemli biri olarak görmeye başlamış olabilir. Örneğin, kendini üstün yeteneklere sahip bir “seçilmiş kişi” olarak görebilir ve dış dünyadaki olayları önemsiz bulabilir. Dış dünyayla bağlantısı kesilen libido, bireyin kendi benliğine (egosuna) yöneldiği için narsistik bir yapıya bürünür ve megalomani ortaya çıkar.
Özetle, Freud burada şunu vurguluyor: Şizofrenide dış nesnelerden geri çekilen libido, ego üzerine yönlendirilerek bir tür ikincil narsizm oluşturur. Bu, kişinin kendini olduğundan çok daha büyük, önemli veya güçlü hissetmesine yol açan megalomani ile sonuçlanır. Ancak bu megalomani, yeni bir özellik değil; daha önce bebeklikte var olan birincil narsizmin yeniden ortaya çıkmasıdır.
Aşk ve nesne seçimi
Freud’un burada yaptığı, insanın nesne seçimini yani birini sevme veya aşık olma nedenlerini, belirli kategorilere ayırarak açıklamaktır. Bu iki ana tip nesne seçimi: narsistik tip ve yaslanma (anlehnung) tipidir.
1) Narsistik Tip Nesne Seçimi: Bu tip, kişinin kendi benliğine, kendi özelliklerine veya geçmişine odaklanarak nesne seçmesidir. Bu tür seçimde kişi kendisiyle ilgili olan özellikleri başkalarında arar ve bu özellikleri bulduğu kişileri sevmeye başlar. Narsistik tip nesne seçiminde dört alt başlık bulunur:
2) Yaslanma Tipi Nesne Seçimi: Bu tipte kişi, çocuklukta temel bakımını üstlenen figürlerle ilişkili olarak nesne seçimi yapar. Çocuğun hayatta kalması için gerekli olan bakımı sağlayan kişilerle (örneğin anne, baba) yaşadığı bağ, onun sevme tarzını da şekillendirir.
Erkekler ve kadınlar hangi tipe uygun nesne seçerler?
Özetle Freud, bu yaklaşımla erotik hayatta iki farklı arzu türünün etkisini ortaya koyuyor:
İKİNCİ KISIM SCHREBER VAKASI
Schreber Vakası: Dr. Daniel Paul Schreber’in Yaşam Hikayesi ve Ruhsal Çöküşleri
Dr. Daniel Paul Schreber, 1842 yılında Almanya’da dünyaya geldi. Babası, otoriter ve katı disiplin yöntemleriyle tanınan Dr. Moritz Schreber’di. Babası, çocuk gelişimi alanında yazdığı disiplin kitaplarıyla ünlüydü ve çocukları üzerinde uyguladığı katı eğitim tarzı, Schreber’in hayatında iz bırakacaktı. Babasının baskıcı yöntemleri ve disipliniyle büyüyen Schreber, çocukluğundan itibaren hem fiziksel hem de psikolojik açıdan yoğun bir baskıya maruz kaldı. Bu ortamda büyümesi, onun karakterine derin izler bırakacak ve ileride ruh sağlığında önemli etkenlerden biri olarak görülecekti.
Schreber, başarılı bir öğrencilik hayatından sonra hukuk alanında kariyer yaptı. Almanya’da prestijli bir hukukçu ve yargıç olarak tanındı. 1884 yılında, hukuk alanındaki başarısını kanıtlayarak Saksonya Kraliyet Yüksek Mahkemesi Başkanı oldu. Dışarıdan bakıldığında başarılı bir kariyere sahip, saygın bir yargıç olan Schreber, 40’lı yaşlarına kadar sosyal ve mesleki hayatında herhangi bir ruhsal sorun belirtisi göstermedi. Ancak 1884 yılında Schreber’in hayatında ciddi bir kırılma noktası yaşandı.
İlk Psikolojik Çöküş ve Akıl Hastanesi Süreci
1884 yılında Schreber, beklenmedik bir şekilde bir tür sinirsel çöküş yaşadı. Bu dönemde yoğun depresyon belirtileri ve zihinsel çöküntülerle karşı karşıya kaldı. Çöküş sırasında zihinsel karmaşa ve yoğun kaygılarla baş etmeye çalışan Schreber, bu süreçte hayatını yeniden düzenlemeye çalıştı. Kendi ifadelerine göre, bu dönemde bazı “özel düşünceler” tarafından rahatsız edilmekteydi. Bir süre psikiyatristlerin gözetiminde tedavi gördü ve yaklaşık bir yıl sonra hastalığının düzeleceği düşüncesiyle görevine geri döndü.
Bu ilk çöküş sonrası Schreber, hayatına kaldığı yerden devam edebileceğini düşünüyordu. Ancak 1893 yılında bir kez daha ciddi bir ruhsal çöküntü yaşadı ve bu kez yaşadığı belirtiler daha ağırdı.
İkinci Psikolojik Çöküş ve Sanrılar Dünyası
Schreber’in ikinci çöküşü, ilkine göre çok daha yoğun ve karmaşık sanrılarla karakterizeydi. Zihninde belirli düşüncelerin yankılandığını hissetmeye başladı. Özellikle geceleri zihninde tanımlayamadığı seslerin ona sürekli “Tanrı” hakkında mesajlar verdiğini düşünüyordu. Başlangıçta bu seslerin anlamsız olduğunu düşünse de zamanla bu seslerin Tanrı’nın mesajları olduğuna inanmaya başladı. Tanrı’nın, kendisini “kadına dönüştürerek insanlığı kurtaracağı” bir rol verdiğine inanıyordu. Kendi cinsiyetini kaybedip bir kadına dönüşeceğini düşünmekteydi. Bu düşünceler, Schreber’in zihninde derin bir yankı uyandırarak sanrılar dünyasını oluşturmaya başlamıştı.
Schreber’e göre Tanrı, onun bedenini değiştirecek ve kendisine eril bir varlık tarafından hamile bırakılmasını sağlayacaktı. Bu şekilde, Schreber insanlığa hizmet eden yeni bir yaratılış döngüsünü başlatacaktı. Schreber’in zihninde şekillenen bu sanrılar, onun dünyasını tamamen ele geçirdi ve gerçeklik algısını neredeyse tamamen ortadan kaldırdı. Bu düşünceleri, Schreber’in kendi zihninde ürettiği bir “dünya sistemi” olarak tanımladığı, çok karmaşık ve derin bir inanç sistemine dönüştü.
Akıl Hastanesine Yatırılma Süreci
Bu sanrılar ve Schreber’in giderek kötüleşen ruh hali, onun tekrar hastaneye yatırılmasına yol açtı. 1893’te ikinci kez bir akıl hastanesine kapatıldı. Burada geçirdiği süre boyunca sanrıları giderek daha belirgin hale geldi. Schreber, “ışınlar” olarak tanımladığı bir tür enerjinin sürekli olarak zihnine nüfuz ettiğini düşünüyordu. Bu ışınlar, Tanrı’dan geldiğini düşündüğü mesajlarla doluydu ve Schreber’i değişime uğratmak üzere yönlendiriliyordu. Onun için bu ışınlar bir anlamda kutsal bir mesajdı ve kendisini bu mesajları kabul etmeye zorunlu hissediyordu.
Zamanla, Tanrı’nın kendisini “Tanrı’nın eşi” olarak görevlendirdiğine inanmaya başladı. Bu inanç doğrultusunda Schreber, Tanrı’nın ruhuyla birleşerek insanlığın kurtuluşuna hizmet edecekti. Schreber’e göre Tanrı’nın kendisine gösterdiği bu özel ilgi, aslında onun seçilmiş bir kişi olduğunun kanıtıydı. Tanrı’nın planına göre Schreber, kadın bedeniyle yeni bir insan ırkı yaratacaktı. Bu süreçte, Schreber kendi cinsiyetinin değiştiğini ve kadınsı özellikler kazandığını hissetmeye başladı. Kendini kadınsı duygular ve düşüncelerle dolu buldu; bu, onun zihinsel dönüşümünün bir parçasıydı.
Sanrıların Gelişimi ve Ruhsal Değişim
Schreber’in sanrıları, zamanla daha karmaşık bir hal aldı. Kendisini Tanrı tarafından takip edildiğine, izlenildiğine ve düşüncelerinin okunduğuna inanıyordu. Hastanedeki doktorları, Tanrı’nın kontrolünde olduğuna ve onunla iletişim kurmak için görevlendirildiklerine inandı. Schreber, hastanedeki diğer hastaları ve çalışanları da bu büyük komplonun bir parçası olarak görmeye başladı.
Bu dönemde Schreber, ruhunun parçalandığını, başkaları tarafından kontrol edildiğini ve Tanrı’nın gücüyle yeniden inşa edilmekte olduğunu düşündü. Tanrı tarafından “ışınlanan” bu süreç, Schreber’in dünyasında adeta bir yeniden doğuş anlamına geliyordu. Bu “dünya sistemi” dediği yapı onun zihninde tamamen hakimiyet kurmuştu. Kendini kurtarıcı bir figür olarak gören Schreber, bu misyonu yerine getirmek için hem fiziken hem de ruhen değişim geçirdiğine inanıyordu.
Sonuç ve Schreber’in Yazıları
Schreber, sanrıları arasında gidip gelirken zihninde oluşturduğu karmaşık düşünceleri detaylı bir şekilde yazmaya başladı. Yaşadıklarını, kendisine Tanrı tarafından verilen görevleri, geçirdiği ruhsal değişimi ve sanrılarının detaylarını yazdığı kitapta anlattı. Bu kitabın adı Denkwürdigkeiten eines Nervenkranken (Bir Sinir Hastasının Anıları) idi ve yazdığı bu kitap, gelecekte psikoloji dünyasında büyük yankı uyandıracaktı. Schreber’in yazıları, zihinsel dünyasını olduğu gibi yansıtıyor ve onun yaşadığı karmaşık sanrılar dünyasını dış dünyaya aktarıyordu.
Schreber’in kitabı, onun kendine has sanrılar sistemini, Tanrı ile olan hayali iletişimini, cinsiyet değişimine dair inancını ve insanlık adına taşıdığı misyonu detaylarıyla ele almaktadır. Kitap boyunca Schreber, zihninde kurduğu “dünya sistemi” çerçevesinde ruhsal durumunu açıklar ve kendini Tanrı tarafından seçilmiş bir figür olarak tanımlar.
FREUDYEN ANALİZ SCHREBER VAKASI
Freud’un Schreber’in Otoerotik Fantezilerini Atlaması: Freud, Schreber’in vakasını incelediğinde homoseksüel yönelimler ve Oedipus Kompleksi’ne odaklanmıştır. Ancak Schreber’in yazılarında yer alan otoerotik fanteziler ve özellikle kendisini kadın olarak hayal etmesi gibi detaylar, Freud tarafından göz ardı edilmiştir. Modern psikanalitik perspektifler, Schreber’in otoerotik eğilimlerinin ve cinsiyetle ilgili çatışmalarının aslında vaka analizinde çok daha büyük bir öneme sahip olabileceğini öne sürüyor.
Freud, Schreber’in psikotik yapısını incelerken, libidonun nesne yatırımlarından (object cathexis) geri çekilip benliğe (ego) yönelmesinin paranoyak yapıların temelinde yattığını öne sürer. Schreber vakasında, libidonun sevilen nesnelerden çekilerek kendilikte yoğunlaştığı bir tür “narsisistik regresyon” yaşanır. Bu, Freud’un “ikincil narsisizm” (secondary narcissism) olarak tanımladığı durumla örtüşür: libido, nesneleri terk ederek benliğe geri döner ve ego büyüklüğüne, yani büyüklük sanrılarına yol açar.
Freud bu konuda şunları söyler:
“Paranoyanın patolojik yapısında, libidinal yatırımın çekilerek benliğe geri dönmesi sonucu nesneye yönelik tüm libidinal ilgi ego üzerine yoğunlaşır ve kendilik yüceltilir.”
Schreber, libidinal enerjisini nesnelerden geri çektiğinde, benliğini mutlak bir varoluş merkezi olarak konumlandırır ve bu süreçte kendini Tanrı ile özdeşleştirir.
Freud, Schreber’in Tanrı figürüne yönelik sanrılarında, “baba” imgesinin önemli bir rol oynadığını belirtir. Schreber’in paranoyasında Tanrı figürünün babası ile olan çatışmalı ilişkisini temsil ettiğini savunan Freud, bu vakada ödipal karmaşanın psikotik dönüşümünü inceler. Freud’a göre, Schreber’in Tanrı ile olan ilişkisi, ödipal çatışma içerisindeki bir bireyin baba imgesiyle karşılaştığında yaşadığı yasaklı arzunun reddi ve bastırılması sonucu ortaya çıkan psikotik bir projeksiyondur.
Freud’un bu konuda ifadeleri şöyledir:
“Schreber, baba figürüyle olan çatışmalarını Tanrı imgesine aktarmış; Tanrı’yı, bilinçdışında baba figürü olarak konumlandırarak bu figürle ilişkisinde karşılaştığı tehdit ve arzusunu farklı bir yoldan ifade etmiştir.”
Freud, burada Schreber’in babasıyla ilişkisini, bilinçdışında arzuladığı ancak toplumsal ve ahlaki sınırlarla kısıtlanan bir “baba korkusu” olarak açıklar.
Freud, Schreber’in “kadına dönüşme” (feminizasyon) arzusunu, libidinal enerjinin bilinçdışındaki derin değişimi olarak yorumlar. Schreber’in kadınsılaştırılma arzusu, içsel bir narsisistik yatırımın dönüştürülmesinin bir ifadesidir. Kadına dönüşme arzusu, Freud’un “libidinal inversiyon” (libidinal inversion) olarak tanımladığı bir süreçle bağlantılıdır; burada Schreber’in kendi cinsiyetine yönelik libidinal bir yatırım, başka bir nesneye yönelmek yerine kendi bedeninde dönüşüm arzusuna evrilmiştir.
Freud bu durumu şöyle açıklar:
“Schreber’in bilinçdışındaki cinsel kimlik çatışmaları, kadına dönüşme arzusu yoluyla kendini gösterir; burada, bastırılan eşcinsel arzuların bir tezahürü, libidinal enerjinin kendi bedeni üzerinde yeniden organize edilmesi yoluyla dışavurulur.”
Bu arzular, Schreber’in hem kendilik sınırlarını hem de cinsiyet sınırlarını aşmak için bir tür “kendini yeniden yaratma” arayışı olarak da yorumlanabilir.
Freud’a göre, Schreber’in paranoyak semptomlarının temelinde yatan mekanizma, homoseksüel arzunun projeksiyon yoluyla Tanrı’ya yansıtılmasıdır. Schreber’in Tanrı tarafından bir kadın gibi sevilme arzusu, kendi bilinçdışı homoseksüel arzusunun reddi ile ilgilidir. Bu mekanizma, klasik psikanalitik teori çerçevesinde “paranoyak projeksiyon” olarak adlandırılır: kişi kendi bilinçdışı isteklerini dış bir figüre (burada Tanrı’ya) atfederek bu arzularını kendi dışında bir tehdit olarak yeniden kurgular.
Freud, bu bağlamda şöyle der:
“Paranoya, kişinin bastırılmış eşcinsel arzularını dışsallaştırarak bir tehdit olarak algıladığı bir projeksiyon mekanizmasıdır. Schreber, kendisine yönelttiği bu arzuyu Tanrı figürüne yükleyerek, onu kendisinden uzaklaştırmıştır.”
Bu, Schreber’in homoseksüel arzularının kabul edilmezliği sonucu ortaya çıkan patolojik bir çözüm olarak yorumlanabilir; arzunun içeriden dışarıya projeksiyonu, onun ego tarafından tehdit olarak algılanmasını sağlar.
Freud, Schreber vakasında, narsistik yaralanmanın (narcissistic injury) bir savunma olarak büyüklük sanrılarına yol açtığını ileri sürer. Schreber, kendisini “dünyayı yeniden yaratacak bir mesih” olarak görmekte ve evrensel bir önem atfetmektedir. Freud’a göre, bu tür büyüklük sanrıları, narsistik yaralanmayı telafi etmeye çalışan bir savunma mekanizması olarak işler.
Freud şöyle açıklar:
“Büyüklük sanrıları, narsistik bir yaralanmanın üstesinden gelmek için geliştirilmiş bir telafi mekanizmasıdır; kişi, narsistik zedelenmeyi kendi büyüklüğünü yücelterek onarmaya çalışır.”
Schreber, kendi narsistik yaralanmasını Tanrı tarafından seçilmiş bir kişi olarak görme yoluyla aşmaya çalışmaktadır. Bu, Freud’a göre paranoyanın narsistik yönünü temsil eden bir durumdur: kişi, kendini evrenin merkezinde konumlandırarak narsistik zedelenmeyi telafi eder.
Sonuç
Freud’un Schreber vakası analizi, psikotik süreçlerin libidinal yatırım dağılımı, narsisistik regresyon, ödipal çatışmaların dönüşümü ve projeksiyon gibi karmaşık psikanalitik mekanizmalarla anlaşılabileceğini öne sürer. Schreber’in sanrıları, bilinçdışındaki homoseksüel arzuların bastırılması ve projeksiyon yoluyla geri dönmesi, narsistik yaralanmanın büyüklük sanrılarıyla onarılması ve benliğin libidinal bir yeniden örgütlenme yaşaması gibi çok katmanlı bir sürecin ifadesidir.
LACANYEN ANALİZ
Lacan’a göre, Schreber vakasında en temel mesele, babanın adının dışlanmasıdır. Babanın adı, bireyin toplum kurallarını ve yasaları içselleştirmesini sağlayan sembolik bir yapı taşıdır. Bu sembolik işlev babanın temsil ettiği otorite ve yasayla bağlantılıdır. Ancak psikotik bir yapıdaki bireyde, babanın adı dışlanır veya reddedilir. Lacan bunu şu şekilde açıklar: “Babanın adı dışlandığında, bireyin zihninde boşluk oluşur, ve bu boşluk geri dönerek psikotik sanrılar ve halüsinasyonlar olarak ortaya çıkar.”
Schreber vakasında, babanın adı dışlandığı için Schreber sembolik bir kimlik geliştiremez. Bu durumda, eksik olan bu sembolik yapı, sanrı ve halüsinasyonlarla (Tanrı ile konuşmalar, kendini kadın olarak hissetmesi gibi) dolmaya başlar.
Lacan’da Öteki, bireyin kendini tanımlarken ve arzularını yönlendirirken referans aldığı bir dış otorite ya da sembolik bir figürdür. Normalde, Öteki, bireyin sosyal kurallara, dile ve topluma uyum sağlaması için gereklidir. Ancak Schreber vakasında, bu Öteki figürü sağlıklı bir şekilde içselleştirilememiştir. Schreber, sembolik düzenle sağlam bir bağ kuramadığı için kendi Öteki’sini Tanrı olarak kurgular.
Schreber’in Tanrı ile iletişim kurma sanrıları, sembolik Öteki’nin yetersizliğinden kaynaklanır. Tanrı ile olan bağı, onun dünyasında eksik olan düzeni yaratmaya çalışır. Lacan’a göre, Öteki ile kurulan bu tür doğrudan ilişki psikotik bireylerde görülen bir durumdur; birey sembolik düzeni dışladığında, Öteki onun zihninde sanrısal bir figür olarak yer alır. Schreber için Tanrı, bir otorite figürü olarak Öteki’nin yerini alır ve Schreber kendini bu otoritenin bir parçası olarak anlamlandırmaya çalışır.
Jouissance, Lacan’ın teorisinde bireyin haz ile acı arasında sınırları zorlayan bir tatmin arayışı olarak tanımlanır. Normalde haz, sınırlar içinde kalır, ancak jouissance bu sınırları aşar ve bireye ızdırap verici bir tatmin sunar. Schreber’in kendini kadın olarak tanımlama arzusu, Tanrı ile olan ilişkisi, tüm bu süreçlerde bir jouissance deneyimi bulunur. Schreber, Tanrı’nın ona olan ilgisini sürekli olarak hisseder; bu ona bir yandan tatmin verirken, aynı zamanda bir tür “kurban olma” ve “acı çekme” şeklinde de ortaya çıkar.
Jouissance burada, Schreber’in Tanrı’nın kadını olma arzusu ile kendini sürekli bir bedensel ve zihinsel dönüşüme sürüklemesiyle açıklanabilir. Tanrı ile kurduğu bu özel ilişki, Schreber için bir tür önem kazanma yolu olarak ortaya çıkar; ancak bu önem kazanma yolu ona büyük acı verir.