• bilgi@onlinepsikolojikdanisman.com
  • 0505 421 09 58

Lacan’ı ”Anlamak”

LACAN’I ‘’ANLAMAK’’

* Bu metin Psikolojik Danışman Ömer Faruk UTAR tarafından 01.11.2024 tarihinde düzenlenen çevrimiçi toplantıda ”Psikanalitik Okuma Grubu’nun” Herve Castanet’in ”Lacan’ı Anlamak” isimli eseri hakkında yapılan okuma atölyesinde sunulmuştur.

Giriş

Bir yerden başlamak lazım…

Psikanaliz öğretisinin kurucusu Sigmund Freud’un ardından en çok tartışılan isimlerden biri olan Fransız Psikanalist ve Filozof Jaques Lacan hakkında birkaç yüzeysel bilgi ile başlayalım.

Picture background

Lacan 13 Nisan 1901 yılında Paris’de doğdu.

  • 1927 yılında Psikiyatri eğitimine başladı.
  •  
  • 1932 yılında ‘’Kişilikle Bağlantısı Bakımından Paranoyak Psikoz’’ isimli doktora tezini yayımladı ve bir kopyasını Sigmund Freud’a gönderdi. Freud, Lacan’a bir kart göndererek kitabı aldığını ve teşekkür ettiğini bildirdi.
  •  
  • 1936 yılında Lacan 14. IPA kongresinde Ayna Evresi hakkındaki makalesini sundu ve psikanalist olarak çalışmaya başladı.
  •  
  • 1938 yılında 4 yıllık aday üyeliğin sonunda Lacan SSP’ye tam üye oldu. (Societe Psychanalytique de Paris)
  •  
  • 1939 yılında Sigmund Freud vefat etti, 2. Dünya Harbi’nin başlaması ile SSP faaliyetlerine ara verdi ve Lacan Paris’de bir askeri hastane de hekim olarak çalıştı.
  •  
  • 1951 yılında Lacan SSP’nin başkan yardımcısı oldu. Değişken seans süreleri hakkında yönerge komisyonu tarafından ikaz edildi ve rutin seans sürelerine uyması istendi.
  •  
  • 1953 yılında Lacan SSP’nin başkanı oldu. Ardından da aynı yıl SSP’den ayrılır ve SFP’ye katılır. Bunun üzerine IPA Lacan’a SSP üyeliğini sonlandırdığı için IPA üyeliğinde sonlandığını bildirildi.
  •  
  • 1953 Kasım’ında 27 yıl sürecek olan seminerlerini vermeye başlar ve bu seminerler Lacan’ın psikanaliz öğretisinin yayıldığı temel platform oldu.
  •  
  • 1954, 1956, 1959, 1961 yıllarında SFP’nin IPA üyeliği reddedilir. Gerekçe Lacan’ın da bu derneğe üye olmasıdır.

  • 1963 yılında IPA, SFP’ye Lacan’ın ve iki analistin eğitim komitesinden çıkartılması şartıyla SFP’yi tanıyacağını ifade eder. Aynı raporda IPA Lacan’ın eğitim faaliyetlerinin ilelebet yasaklanmasını ve stajyer analistlerin onun eğitimlerini katılmaktan men edilmesini şart koşar. Lacan bunu bir ‘’aforoz edilme’’ olarak niteler ve SFP’den ayrılır.

  • 1963’de 11. seminer itibariyle Lacan IPA ile yollarını tamamen ayırır ve kendi öğretisine daha çok odaklanmaya devam eder.
  •  
  • Lacan 1964 yılından itibaren kendi öğretisini çeşitli kurumsal yapılar etrafında geliştirmeye devam eder. Üniversitelerde halka açık seminerler verir, Yale Üniversitesi ve MIT’de de dersler verir.

     

  • Lacan yaşamı boyunca ‘’Ayna Evresi’’, ‘’Jouissance’’, ‘’Objet petit a’’ (küçük a nesnesi), ‘’Fallus’’, ‘’Gösteren’’ gibi çeşitli kavramları psikanalize kazandırır.
  •  
  • 9 Eylül 1981 yılında Lacan yaşama veda eder.
  •  
  • Lacan’ın seminerleri kitaplaştırıldı ve bunların bir kısmı da Türkçe’ye çevirildi. Kitaplarından bazıları Metis Yayınları’ndan ‘’Psikanaliz’in Dört Temel Kavramı’’ ve ‘’Yine/Hala’’ eserleridir.
  •  
  • Bu eserlerin büyük çoğunluğu seminer kayıtlarından kitaplaştırılmıştır. Seminerlerin kitaplaştırılması sürecinde Lacan’ın en önemli takipçilerinden Jaques Alain Miller rol oynamıştır.
  •  

Lacan’a dair okumalar konusunda Darian Leader ve Bruce Fink’in eserlerinden de destek alınması tavsiye edilir. Kavramlara dair bilgi sahibi olmak için Dylan Evans’ın Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü’nden de yararlanmak mümkündür.

Türkiye’de Lacancı Psikanaliz’e dair yayınları genellikle Metis Yayınları, Encore Yayınları ve Sfenks Kitap’dan bulabilirsiniz.

Picture background

1. Bölüm: Anla(ma)mak

Lacan kuramını inşa ederken temel dayanak noktasını ‘’Freud’a Dönüş’’ tezi ile şekillendirdi. Lacan’ın ‘’Freud’a Dönüş’den’’ kastettiği şey şimdiye dek Freud’un metinlerinin birçok açıdan hak ettiği değeri bulmadığı, metinlerin yanlış veya eksik anlaşılan noktaları olduğu ve psikanaliz öğretisinin bu hatalar nedeniyle tahrif edildiği olacaktı. Bu noktada Sigmund Freud’un kızı Anna Freud ile onun takipçilerinin oluşturduğu Ego Psikolojisi’ne ve Melenei Klein ile onun takipçilerinin oluşturduğu Nesne İlişkileri Okulu’na eleştiriler getirerek kendisini ‘’Freud’un entelektüel varisi’’ olarak nitelendirdi.

Öyle ki Lacan kendisini yeni bir kuramcı olarak konumlandırmamış seminer ve yazılarını bir ‘’Freud şerhi’’ yani Freud açıklaması olarak nitelendirmişti. Lacan her ne kadar ‘’Ben Freudcuyum siz istediğiniz kadar Lacancı olun…’’ demiş olsa da özgün bakış açısı nedeniyle bir Lacancı öğreti ve klinik oluşmasına da neden oldu. Buna rağmen Lacancı Psikanaliz öğretisi kökenini Freudculuktan ayırmayarak günceli temel metinlere dayanarak okuma pratiğini sürdürdü.

Bu okuma atölyesinde Herve Castanet’in ‘’Lacan’ı Anlamak’’ isimli eserinden hareketle Lacancı Psikanaliz’e dair giriş mahiyetinde bir sunum ve tartışma için bir aradayız. Öncelikle şu noktaya bir mercek tutmak lazım; ‘’Lacan’ı Anlamak’’ ne demek? Aslında bu bir ironi, zira Lacan yaşamı boyunca alıştığımız öteki kuramcılar, hocalar, eğitmenler gibi bir kürsü de bir şeyler anlatan ve anlaşılmak isteyen konumundan bizlere seslenmedi.

Evet seminerlerinde konuşurken kürsüdeydi elbette fakat bize seslendiği konum adeta kürsü değil divandı.

Nasıl yani? Lacan söylemlerini divana uzanan bir analizan, yani analizden geçen hasta gibi serbest çağrışıma dayanarak arka arkaya ifade etti.

Tüm bu anlatılar da bir karmaşa yarattı ki; bu karmaşa bizleri tıpkı bir analizanın söylediklerini yorumlamaya çalışan analistin konumu gibi Lacan’ın söylemlerinin ardında bir şeyler arayan bu konumuna getirdi. ‘’Psikanalizin bir yorum sanatı’’ olduğu söyleyen Freud’a atıfla Lacan’ın bizi oturtmak istediği konum aslında daha net anlaşılabilir. Lacan anlaşılmak değil tartışılmak ve yorumlanmak adına soru işaretleri oluşturmak istedi.

‘’Her anlama bir yanlış anlamadır’’ diyerek ‘’anlamaya çalışmamayı’’ öneren ve kendisinin de bir ‘’anlaşılma’’ arzusu taşımadığı ifade eden Lacan’ın esas arzusu anlatılarıyla nihai bir anlam durağı oluşturmak değil anlam yolunun getirmiş olduğu sonsuz çabadaki sorgulamada derinleşmelere yol açmaktı. 

Zaten nihai anlamlandırmayı yapacak bir ötekinin var olmadığını da iddia etmek zor olmasa gerek. Bu bize hiçbir zaman bütün kapıları açacak anahtarlar bizim elimizdeymiş gibi davranmanın yanılmasına düşmemeyi de işaret ediyor. Kuram bir nevi eksiğin kabulü ile başlıyor.

Bu yüzden de Lacan bizlere o nihai anlam durağının olmadığı göstererek cevapları işaret etmekten ziyade elimize sorular ve sorunlar veren bir kuramsal yolculuğa bizi davet ediyor.

Anlamamak…

Anlamamak, anlamak için en asli unsurken, yani aslında karşılanmamış bir talep, arzuların oluşabileceği boşluğu oluştururken anlamamanın, anlamanın önüne geçişi ve anlama kapı aralayışı bizlerin davet edildiği şeye dair de anlam arayışına itiyor. Bu elbette bizleri de içine alan kapsamlı bir sorgulama.

Lacan ile tanışanlar cevaplardan ziyade sorular buluyor. Öyle düşünüyorum ki zaten analiz de cevabın değil sorunun ve yorumun olduğu yer de başlıyor.

Lacan ‘’sözcükler diğer sözcükleri tercüme eder’’ diyor. Başka bir yerde de ‘’bilinçdışı, sözcüklerin özne üzerindeki etkilerinin bir ürünüdür’’ diyor.

Sözcükler, mananın içindeki kodları taşır ve kodların deşifresi ile mananın kavranılması mümkün hale gelebilir.

Picture background

Lacancı klinik, söz ile semptom arasındaki bağa kendini konumlandırmış gibi gözüküyor. Buna göre psikanaliz önemli olan sözcüklerin ve semptomların ayırt edilmesine dayanır. Ayırt edilen bilinçdışı izler çoğu zaman daha da büyür ve üzerinde çalışılabilir hale gelirler.

Anne karnındaki tamlık halinin doğum ile bozulması öznenin üzerine yaşam boyu taşıyacağı bir damgalanmayı yani eksikliği yapıştırır. Bu eksiğe karşı özne dil yoluyla başa çıkmaya çalışır. İlksel öteki yani ‘’mOther’’ insan yavrusu onu anlamadığı halde onunla konuşarak onu da dile taşır. Çocuk dili anlamasa da dilden etkilenir ve dil adeta ona bulaşır.

Dil ise gösterenlerinin bağlantısını içerir. Gösteren ve gösterilen kavramları Lacan’ın dil bilimci Ferdinand de Saussure’den alıp kuramını zenginleştirdiği birer kavramıdır. Bu karmaşık kavramları ele alırken kabaca bir sözcüğe mercek tutabiliriz.

Örneğin ”ağaç” deyince sizin zihninizde ne canlanmaktadır? Bu bir çam ağacı olabilir, çınar ağacı olabilir, ağaç karikatürü olabilir veya salıncakta sallandığınız küçüklüğünüzü anımsatan bir ağaç… Evet hepsi bir ağaç olabilir. Aslında sözcük aynıyken yani ‘’ağaç’’ iken gösterilenler sınırsız ve sonsuz miktardadır. Gösteren ‘’ağaç’’ iken gösterilen yani ağacın manadaki izdüşümüdür.

Gösteren hiçbir zaman bir anlama sabitlenmez ve sürekli olarak değişir. Gösteren anlamsız bir özdür, anlamını özne yükler. Satrançta piyon kaybolursa yerine düğme koymak gibidir. Düğme ötekiler tarafından piyon anlamını karşıladığı kabul ediliyorsa oyunda piyonun görev ve sorumluluklarını pek ala üstlenebilir. Zaten esas piyonda bu anlamı taşıması istenen bir plastik parçasıdır.

Bu nüansları tıpa tıp aynı olan iki tuvaletin birinin kapısında papyon diğerinin kapısında ise etek simgesinin oluşunun bunları bambaşka iki anlama taşıması ile açıklayabiliriz. Böylece iki farklı işaret iki farklı anlama atıfta bulunarak aynı şeyi bambaşka anlamlara taşır.

Gösterenler işte böylece keyfi temsiller ile oluşturulur.

Gösterilenlere erişmek için gösterenleri kullanırız. Bu zincirdeki izlerin sahibi öznedir, bilinçdışı özne. Özne zaten bu zincirin arasında gizlidir. Özne oluşan ve kurulan bir şeydir. Bu kurulumda dilin ve bu dile sahip olan ötekinin rolünün altını çizmekte fayda var. Bu noktada Lacan’ın ‘’bilinçdışı bir ötekinin söylemidir’’ sözünü daha iyi anlama fırsatını ele geçiririz.

Picture background

Analizan, analize analisti kendisine dair bilinmeyen bilgileri bildiği varsayılan konumuna oturtarak gelir. Bu bilen varsayımı aslında bir yanılsamayı içerir ve bilen konumunun esas sahibi bilinçdışıdır. Bu yanılsama analizin başlaması için gerekli bir araç olsa da devamında yerini gerçek ile değiştirmelidir.

Bilinçdışı bildiğimizi bilmediğimiz şeylerden oluşur. Bilinçdışı her işe karışır ama kendini çok nadir gösterir adeta bir nabız atışı gibidir, sürekli görünüp kaybolur. Psikanaliz ise çalışmaya bu saklanan hakikati davet etmektir.

Analist kendisine gelen bilme talebini tatmin etmeyerek arzuya dönüştürebilir. Bilme talebinin arzuya dönüşmesi ‘’bana dair bilmediğim şeyleri söyleyiniz’’ talebinden öznenin kendisine yönelen ‘’kendime dair bilmediğim şeyleri bilmeliyim’’ arzusuna dönüşür. Yani analiz o noktada bilinçdışını seanslara davet etmiş olur.

Talepleri tatminsiz bırakarak arzuya dair bir soruya dönüştürmek psikanalizde analiz edenin analist değil analizan olması noktasında kliniğin temel dayanak noktalarından biridir.

Psikanaliz, analizana söylemlerinin arkasında başka şeyler olduğunu sezdirerek ilerler. İşi yapan analizan ise analist ne yapmaktadır? Analist tıkanan çağrışımları ve aktarımları açmakta ve yaşamın getirmiş olduğu ızdırabı yalnızca daha katlanılabilir hale getirmek için yorumlarını işe koşmaktadır.

Arzunun tatmini çoğu kez semptom aracılığıyla gerçekleşir. Semptom ise analizde ortadan kaldırılmaya çalışılan bir şey değildir.

Picture background

Bilinçdışının sesini duymamanın sonucu yanılsama içerisinde semptomlara saldırmaktır. Yani aslında çözüm aramak…

Oysa semptom bize bir şey söylemektedir, analizde semptom izleri takip edilmesi ve kökeninde neyin olduğunun anlaşılması gereken bir sonuçtur. Semptomun kendisi özne ile ilişkilendirilmezse ayakları yere basan bir noktaya varmak zor olacaktır.

Metot; sonuçtan süreci takip ederek sebebe ilerlemek üzerinedir. Bu pratik, anlamakta acele etmemeyi de zorunlu kılar. Psikanaliz ayaklarını sağlam zeminlere basarak sabırla ilerlemeyi esas alır.

Analistin konumu analizanın sözünün önünü açmakla ilgilidir. Analistin bu sözün önünü açabilmek için koltuğunda kimi zaman sessizliği kullanarak oturması, konuşarak oturmasından daha zor olabilir. Fakat unutmayın ki sessizlik söze gebedir, durum böyleyken erken doğumlar tehlikeli sonuçlara yol açabilir.

Picture background

  1. 2. Bölüm: İnkar

Psikanaliz’i bazı psikoloji kuramlarından ayıran temel noktalardan birisi psikanalizin seans odasına bilinçdışını çağırmasıdır. Bilinçdışı beynin bir parçası veya kısmından ziyade bir işlevidir. Bu karmaşık aygıt hala keşfedilmeyi bekleyen yanları ile insanlığın önündeki gizemli konumunu muhafaza etmektedir. 

Lakin bu ‘’gizemli konum’’ bilinçdışının sisler perdesinin ardında, derinlerin derininde veya her şeyin atıldığı bir çöplük olduğu gibi hatalı anlamalara bizleri sürüklememelidir. Bilinçdışı günlük yaşamda bizimle her an iç içedir ve önceden de ifade ettiğimiz gibi kendisini bir kalp atışı, bir nabız atışı misali gösterip kaybeden bir yapıya sahiptir. Bilinçdışı dilin oluşturduğu çatlaklardan, yarıklardan sızarak varlığını bize göstermektedir.

Sakarlıklar, espiriler, satır aralarında kullanılan sözcük tercihlerinin işaret ettiği çağrışımlar, dil sürçmeleri, klavye sürçmeleri, yazım yanlışları, kalem sürçmeleri, rüyalar… Bilinçdışı işte bu çatlaklardan sızmaktadır.

Günlük hayata merceğimizi tutmaya devam edelim. İnsanlığın ‘’bunu demek istemedim’’ şeklinde bir kalıp cümlesi vardır. Örneğin ‘’ben senin gıybet yaptığını söylemiyorum, bak yanlış anlama, ama onların gözündeki konumumuz giderek düşüyor.’’ cümlesini ele alalım.

Burada öznenin gıybet yaptığı iddia edilmiyor gibi gözükmektedir hatta bu anlamın çıkması bir ‘’yanlış anlama’’ ile ilişkilendirilmektedir. Ancak ‘’onların gözündeki konumun düşüşü’’ ile ‘’gıybet yapma’’ eylemine yönelik çağrışım ilişkilendirilmiştir. Bu ilişkiselliği cümlenin kendisi ele verirken ötekiler tarafından bu ilişkiselliği kurulması ‘’yanlış anlama’’ ile ilişkilendirerek adete ön alınıyor gibidir. Esas kastedilen anlamın örtülmesi için adeta bir kılıfa saklanan anlam kendisini ele verebilir. Bunun sadece bir ihtimal olduğu tedbiri elden bırakılmadan elbette…

‘’Bunu demek istemedim aslında…’’ denilen nokta yeri geldiğinde analitik bir okuma ile aslında tam da denilmek istenen noktanın ayak izlerini taşıyor olabilir. Bilinç ‘’gıybet yaptığını iddia etmiyorum’’ derken bilinçdışı ‘’aslında söylemek istediğim tam da bu ama açıkça söyleyemem’’ demekte olabilir.

İnkar edilen asıl isteği deşifre edebilir.

  1. I. Adım – ‘’Ona bağlanmak istememiştim.’’
  2. II. Adım – ‘’Ona bağlanmak istemiştim.’’
  3. III. Adım – ‘’Ona bağlanmayı istemeyi istememiştim.’’

Acaba gerçekten bağlanmayı istememiş mi?

‘’Ona bağlanmayı istemeyi istememek’’ yani iç dünyada yaşanan bir çatışma burada esas yoğunlaşılacak noktayı teşkil edebilir. Burada analitik okumanın amacı sansürleri kaldırarak çağrışımların önünü açmak ve çatışma noktalarını açığa çıkararak konuşulabilir hale getirmektir. Çünkü inkar edilen ile özne bir şey söylemek ister. 

Özne söylemek istediği şeyin önünü kapattıkça analitik okumaya açık hale getirir. Bu tıpkı küçük çocukların saklambaç oynarken bazı çocukların saklanan çocuğu gizlemek adına ‘’burada değil, buraya bakma’’ diyerek saklanan kişinin yerini deşifre etmesi gibidir. Burada özne adeta ‘’sana ne olmadığımı söylüyorum dikkat et ben de tam da buyum’’ diyor olabilir.

Picture background

Konuşurken çok vurgu yapılan yerlerde oraya dair başka bir yapının olabileceğine ilişkin şüphelerimizi artırabilir. ‘’Ben gösterişten nefret ederim, hiç sevmem, tiksinirim mesela…’’ diyen birisi için kimi zaman acaba gerçekten de öznenin ‘’gösteriş’’ ile ilişkisi bu kadar net midir diye sormak gerekir.

Öznenin dedikleri diyalektik bir okumaya tabi tutularak ve şüphelerle ele alınmalıdır.

Çünkü bir insan ‘’aldatılmaktan çok rahatsız oldum’’ derken bile bu semptomdan ikame bir doyum elde edebilir. Bu ikame doyum haz ilkesinin de ötesinde daha karmaşık bir yapıdır. İnsan aldatılmak gibi zarar verici eylemden hangi çıkarı, doyumu, hazzı elde edebilir?

Sunumun bu kısmında ‘’semptomdan elde edilen ikame’’ doyum bağlamında Jouissance kavramını işe koşacağız.

3. Bölüm: Jouissance

Jouissance kavramı benim de anlamakta zorlandığım kafamda büyük miktarda karışıklık ve boşluklar oluşturan bir kavram. Yine de bir tartışma başlığı haline getirmek ve şimdiye dek konuştuklarımızın bir kısmı ile bağlantı kurmak adına bahsetmekte yarar var.

Jouissance aslında Fransızca bir kelimedir ve sözlük anlamı İngilizce’de ‘’enjoyment’’, ‘‘Türkçe’de ise ‘’keyif’’ olarak ifade edilmektedir. Ancak Lacancı psikanalizdeki kullanımıyla bu anlamları karşılamayan Jouissance çevrilmeden bırakılır.

Freud’da olmayan, Lacan’ın psikanalitik kurama özgün bir katkısı olan bu kavram geniş bir anlamı ifade etmektedir. Lacan bu kavramı Freud’un ‘’Haz İlkesinin Ötesinde’’ isimli metni ile ilişkilendirerek kullanmaktadır.

Bu noktada Dylan Evans’ın Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü isimli eserinden Jouissance maddesinden bir alıntı yapalım.

‘’Bununla beraber özne durmaksızın jouissance’ına dayatılan yasağı aşmaya, ‘haz ilkesinin ötesine’ geçmeye çalışır. Gel gelelim haz ilkesini aşmanın sonu daha fazla haz değil acıdır, çünkü öznenin katlanabileceği haz miktarının belli bir sınırı vardır. Bu sınırı aşınca haz acıya dönüşür ki bu ‘’acılı haz’’ da Lacan’ın jouissance dediği şeydir; jouissance acı çekmektir. Dolayısıyla jouissance terimi öznenin semptomundan gelen çelişkili doyumu ya da başka bir ifadeyle doyumundan kaynaklanan acıyı (Freud’un hastalıktan sağlanan birincil kazanç’ı) çok iyi ifade eder.’’ Alıntı burada bitiyor.

Picture background

Alıntı da vurgulanan ‘’sınır aşımının hazzı acıya dönüştürmesi’’ noktası belki Marksist literatürdeki artı değer kavramı ile ilişkiselliği çağrıştırabilir fakat esas konudan sapmamak adına buraya teğet geçip devam edelim.

Aynı eserden devam edelim. ‘’Ölüm dürtüsü, Şey’e veya belli bir taşkın jouissance’a ulaşmak için haz ilkesini yıkıp geçmeye yönelik öznenin duyduğu bitmek bilmez arzuya verilen isimdir; dolayısıyla jouissance ölüme giden yoldur’’ alıntı burada bitiyor.

Jouissance Herve Castanet’in Lacan’ı Anlamak eserinde vurguladığı şekliyle ise ‘’dengeyi bozan aşırıktır.’’ Yazar bu kitapta ‘’les jouissances’’ yani jouissanceler bağlamında çoğul bir jouissance tanımıyla bu konuyu ele almış.

Dürtüsel jouissance, fallik jouissance, varlığın jouissance, konuşma jouissance, mistik jouissance, kadınsı jouissance gibi çeşitli başlıklardan kitap kısaca söz etse de biz genel bir jouissance resmi çizmekle yetineceğiz.

Lacan’a girişte saç baş yolduran karmaşa insanı kan ter içerisinde ‘’örnek verebilir misiniz?’’ sorusuyla şekillenen somutlaştırma ihtiyacına sevk ediyor. Kavramı sanata ve sanatçıya başvurarak örneklemek istiyorum.

Gönül isimli bir Anadolu türküsü şöyle söylüyor.

‘’Sende bu mecnunluk hevesi varken
Çölünü de kendin yaparsın gönül
Leyla aşkı bana bahane zaten
Yoktan derdine dert katarsın gönül’’

Safevi Türk İmparatoru ve aynı zamanda Alevi inancının 7 ulu ozanından biri olan Şah İsmail, Şah Hatai mahlası ile yazdığı bir şiirinde ise şöyle demektedir.

‘’Cemi kuşlar dile gelir yazım der
Gövel Turnam Şam’dan gelir güzüm der
Benim yarelerim tuzum tuzum der
Bir derdim var bin dermana değişmem’’

Mehmet Erdem ise ‘’Acıyı Sevmek Olur Mu?’’ isimli şarkısında şöyle demektedir.

Sorarım aşk durulur mu?
Acıyı sevmek olur mu?
Hani hayat bir oyundu?
Artık içime sinmiyor.

Bir alıntıyı da Zülfü Livaneli’den yapalım.

Livaneli’nin ‘Huzursuzluk’ romanından bir kesit.

“Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani.

Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır.

Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.

Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar.

Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider.

Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.

Kendi kanının tadından sarhoş olur…

Bu dört sanat eserinden 4 başlığa merceğimizi yakınlaştıralım.

  1. ‘’Çölünü de kendin yaparsın gönül.’’
  2. ‘’Bir derdim var bin dermana değişmem.’’
  3. ‘’Acıyı sevmek olur mu?’’
  4. ‘’Kendi kanının tadından sarhoş olur.’’

Jouissance aslında paradoksal bir keyiftir. Birçok yer de bu durum ‘’acılı haz’’ olarak tarif edilmektedir, bunu haz ve acının kesiştiği bir nokta olarak algılamakta mümkündür.

Semptomundan acı çeken özne bundan bir haz da duymaktadır yahut haz duyan özne acı da çekmektedir.

Picture background

Tıpkı ölüm ve yaşam dürtüsünün iç içe geçmesi gibi haz ve acı duyguları da iç içe geçebilir.

Mesela evliliğinden şikayet eden, eşinin örneğin kabalığından rahatsız olan bir kadın bu semptomdan rahatsızlık duyarken bu rahatsızlığı ifade etmek için bir araya geldiği insanlardan ve bu dertleşme ortamının verdiği hazdan ikame bir doyum elde edebilir. Bu yüzden de eşinin kabalıkları ve buna bağlı yeni olayların yaşanmasının getirdiği paradoksal bir hazzı farkında olmadan yaşamında barındırır zira bu olaylar onun dertleşmekten keyif aldığı insanlarla bir araya gelmesine neden olmaktadır. Bu insanları dertleşmek bir arada tutmaktadır yani derde ihtiyaç vardır dermana değil.

Bu durumda farkında olmadan kendini eşinin kabalık ile ilgili davranışlarını tetiklerken ya da bu davranışların kalıcı olarak ortadan kalmasını sağlayacak çözümleri tatbik etmekten kendisini alıkoyarken de bulabilir. Zira semptomun yani acı veren bu durumun ortadan kalkışı aynı zamanda buna bağlı gelen hazzında ortadan kalkışı olacaktır. Hazza giden yoldaki bu acı Jouissance kavramına bizi biraz daha yaklaştırabilir.

Öznenin semptondan elde ettiği bu ikame doyum varken semptomun ortadan kalkmasına dair bir bilinçdışı direnç göstermesi de şaşırtıcı olmayacaktır.

Burada haz ve acının kesiştiği diyalektik ve çelişkisel bir sekansı görmek mümkündür. Bu bağlamda ‘’paradoksal keyif’’ ifadesi de yerindedir. Yani var olan semptomda  keyif veren lakin acıya da yol açan tekrarlayıcı bir şey…

Picture background

Semptomlar libidinal bir tatmin aracına dönüşürken bu noktada bu paradoksal hazzın deşifresi ortadaki tuhaf tatminin seyrinde de değişimlere yol açabilir.

Bu kavrama dair daha ileri okumalar için Darian Leader’in Encore Yayınları’ndan çıkan ‘’Jouissance; Cinsellik, Istırap ve Tatmin’’ adlı eserini tavsiye ederek bu sunumu tamamlayalım.

– Ömer Faruk Utar | Psikolojik Danışman